Cok guzel bir kesit,Atatürk'ün Sofrası kitabından İsmet Bozdağ'ın yazdığı...
Altlarında, Nuri Conkerin bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak, çekmeceye doğru gidiyorlardı.
birden Atatürkün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. yaşlı bir adamdı bu. sapanının sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.
Atatürk şoföre durmasını söyledi.
indiler. köylüye seslendi:
kolay gelsin ağa!..
köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
kolay gelsin
işler nasıl ağa? bu yıl mahsülden yüzünüz güldü mü?
köylü isteksiz konuştu:
tanrının gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsül. kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.
bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. öküzün yok mu senin?
var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.
hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? olmaz böyle şey! muhtara şikayet etseydin
köylü güldü:
muhtar başında deel miydi memurun, a bey?
Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
kaymakama gitseydin.
köylü iyice güldü.
sen de benle gönül mü eyleyon beyim? dedi.
Atatürk konuşmayı sürdürdü.
e peki, istanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini onun işi bu değil mi?
köylü Atatürkün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz.
kestirip attı:
bırak şu sağarı allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?
Atatürk sordu:
adın ne senin ağa?
halil köylük yerde sorsan, halil ağa derler
demek varlıklısın?.. ağa dediklerine göre.
acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağaya çıkmış.
peki halil ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. sen aldılar diyorsun. hadi kaymakam şöyle, vali öyle diyelim; e peki bir başvekil ismet paşa var bilir misin?
bilmez olur muyum, beyim?
tamam öyleyse, hemen her hafta istanbula geliyor. florya köşküne iniyor. köşk de şuracıkta. bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona herhalde çaresini bulurdu.
sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya tutalım ki kodular, koskoca ismet paşamızı göstertmezler ya. tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! heç işitmez beni
nuri conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.
e peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın! dedi
Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. o da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!..
köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.
sen ne diyorsun bey? dedi.
Mustafa Kemal Paşa Atatürkümüzün yüzünü görmek için peygamber gücü gerek hem, tut ki gördük. yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?..
halil ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürkten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omuzuna elini koyarak, senden hoşlandım halil ağa dedi.
bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. açık yürekli bir
vatandaşsın. ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!..
döndüler, arabaya bindiler. halil ağa, onları uğurladı.
meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. fakat bu, devlet babaya borçtur. ödenmesi gerek otomobil hareket etti. Atatürkün canı sıkılmıştı.
bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!.. dedi. dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. yüzünde ince bir keder vardı.
yahu çocuk, şu halil ağanın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da devlet baba diyor. ne mübarek millet, bu millet!..
köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:
şimdi dedi: istanbulda ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!..
bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. ayrıca vali muhittin üstündağ ile ismet paşayı bul, onlara da haber ver.
yaver odadan çıktı. Atatürk, nuri conkere döndü:
şimdi sen de arabayla çıkıp o halil ağaya gideceksin. ona benim kim olduğumu söyleme. tüccar, zengin bir adam filan dersin. seni sevdi, sana öküz alıverecek diye bir şeyler söyle, kandır. kuşkulandırmadan al getir buraya.
o akşam Atatürkün sofrasında başbakan ismet inönü, bakanlar, milletvekilleri ve istanbul valisi muhittin üstündağdan oluşan yirmi beş konuk vardı.
Atatürk, bu akşam soframıza efendimiz gelecek dedi. kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum.
bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürkün kulağına bir şeyler söyledi.
Atatürk buyursun! dedi.
başyaver kapıyı açıp da halil ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da ismet paşanın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu, hoş geldin halil ağa diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:
işte beklediğimiz, efendimiz dedi.
nuri conker, halil ağayı Atatürkün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten conkerle birlikte nasıl kaçtığını, halil ağayı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi:
şimdi gerisini halil ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. ben sorduklarımı baştan soracağım halil ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak.
halil ağaya döndü:
bak beri, halil ağa dedi. sen bu akşam benim baş misafirimsin. senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. öküzünü de alacağım. ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. işte soruyorum:
bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. öküzün yok mu senin?
halil ağa dudakları titreyerek Atatürkün ayağına kapanacak oldu. Atatürk önledi:
yoo, bak böyle şey istemem. soruyorum cevap ver.
soru cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:
peki istanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?
vali muhittin üstündağ, hali ağanın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. nasıl desin? ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki
olmadı bu, halil ağa bana dediğin gibi, dosdoğru
böyle demedik mi beyim?..
ya, ben mi yanlış anladım?.. dur soralım bakalım nuriye. nuri,böyle mi dedi bize halil ağa?
nuri conker karşılık verdi. hayır paşam!..
gördün mü?.. demek aklında yanlış kalmış. hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?.. aynen bana söylediğin gibi söyle.
halil ağa kekeleyerek konuştu:
köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam dedi. kusura kalma gayri
Atatürk gülmeye başladı:
diplomatsın ki, yaman diplomatsın, halil ağa ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız söyle bana, orada dediğin gibi
halil ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:
şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla bırak bu sağarı diye bir laf kaçırmışım
sofrada gülüşmeler başlamıştı.
hadi buna da oldu diyelim. geçelim gerisine:
e, peki bir başvekil ismet paşa var, bilir misin?
halil ağa ismet paşanın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:
şanlı ismet paşamız bilinmez olur mu hiç? o bugüne bugün
Atatürk halil ağayı durdurdu.
bırak şimdi övgüleri dedi. ben lafın gerisini getireyim:
tamam öyleyse, hemen her hafta istanbula geliyor, florya köşküne iniyor, köşk de şuracıkta. bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. herhalde
bir çaresini bulurdu.
halil ağa yine kaçamak yanıt verdi:
kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!..
Atatürkün sesi iyice sertleşti:
beni uğraştırma, halil ağa dedi. erkek adam sözünü yalamaz. ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!..
halil ağa ürktü, toparlandı. başını yine yere gömüp konuştu:
şanlı paşamıza da sağar dedikti ya
yalnız sağar değil, sağarın sağarı değil miydi?
halil ağa yere eğik başını acıyla salladı:
öyle dedikti paşam, doğrusun!.. diyebildi.
Atatürk, ismet paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.
son soruyu sorayım şimdi dedi. bunun da karşılığını ver, öküzünü al git.
koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. o da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?
hiç bırakır mı aslan paşam benim!.. erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler.
bırak bunları halil ağa, dediğini tekrarla. halil ağa birden diklendi.
her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürkün gözlerinin içlerine bakarak konuştu.
işte bunu demem paşam dedi. ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!
Atatürk gülmeye başladı:
zorlatacak bizi bu halil ağa, laf anlamıyor. dedi. Mustafa Kemal Paşa Atatürkümüzün yüzünü görmek için, peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek demiştin. halil ağanın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. taş kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim dedi.
şimdi bak beni dinle, halil ağa seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: şu gördüğün altı bay hükümet yani, biri başbakan, ötekiler de bakan! memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen
sıvanırlar, isviçreden mi olur, italyadan mı olur, fransadan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, türkçeye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler büyük millet meclisine bu millet meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler. kanun bunlara gelir. bunlar da hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan halil ağanın öküzünü çeker, satar halil ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! e, hakça söyle bakalım şimdi halil ağa sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için
içmez misin? ama sonra da halil ağa tutar, sana sarhoş der
halil ağanın dili çözülmüştü:
öyle diyen yok haşa!.. dinden çıkmak gibidir buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer
Atatürk sordu:
peki sen de içer misin?
hiç bulunur da içilmez olur mu, paşam?.. içeriz ki, tıpkı şerbet gibi!..
Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. kendi kadehini halil ağaya uzattı:
hadi bakalım halil ağa dedi. sağlığına içelim.
halil ağa, koca allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün paşam, sağlık düşürsün dedikten sonra halil ağa, edeple başını kenara çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürke döndü:
yunanı denize döktün paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki nideyim ben şimdi? bırak ki oh paşam, ayağını öpem
halil ağa Atatürkün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. halil ağa bu kez, Atatürkün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. gayri bana izin, koca paşam!..
yemek yemedin!..
yemek kolay meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim.
Atatürk nuri conkere işaret etti.
conker kalkıp halil ağanın yanına geldi, kalktı halil ağa, önce Atatürkü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:
efendimizin halini gördünüz mü beyler? dedi. devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? mübarek millet bu, adam millet bu şimdi bu adam milletin karşısında adam olmak, bize düşüyor!..
sofrada kesin bir sessizlik vardı. kimse gözlerini Atatürkten
ayıramıyordu:
halil ağanın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak halil ağanın öküzünü satıyor. ikisi de bence birbirinden farksız böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. hükümet nasıl bir yönetim içindedir? sonra unutmayın ki, olay istanbulda geçiyor. bunun vanı var, bitlisi var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!..
yazar & kaynak: ismet bozdağ Atatürkün sofrası
Memleketimiz şu iki şeyin memleketidir : biri çiftçi, diğeri asker. Biz çok iyi çiftçi ve çok iyi asker yetiştiren bir milletiz. İyi çiftçi yetiştirdik : çünkü topraklarımız çoktur, iyi asker yetiştirdik : Çünkü o topraklara kasteden düşmanlar fazladır. O toprakları sürenler, o toprakları koruyanlar hep sizlersiniz »
Altlarında, Nuri Conkerin bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak, çekmeceye doğru gidiyorlardı.
birden Atatürkün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. yaşlı bir adamdı bu. sapanının sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.
Atatürk şoföre durmasını söyledi.
indiler. köylüye seslendi:
kolay gelsin ağa!..
köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
kolay gelsin
işler nasıl ağa? bu yıl mahsülden yüzünüz güldü mü?
köylü isteksiz konuştu:
tanrının gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsül. kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi.
bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. öküzün yok mu senin?
var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.
hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? olmaz böyle şey! muhtara şikayet etseydin
köylü güldü:
muhtar başında deel miydi memurun, a bey?
Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
kaymakama gitseydin.
köylü iyice güldü.
sen de benle gönül mü eyleyon beyim? dedi.
Atatürk konuşmayı sürdürdü.
e peki, istanbul şuracıkta geleydin valiye anlataydın derdini onun işi bu değil mi?
köylü Atatürkün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz.
kestirip attı:
bırak şu sağarı allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?
Atatürk sordu:
adın ne senin ağa?
halil köylük yerde sorsan, halil ağa derler
demek varlıklısın?.. ağa dediklerine göre.
acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağaya çıkmış.
peki halil ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. sen aldılar diyorsun. hadi kaymakam şöyle, vali öyle diyelim; e peki bir başvekil ismet paşa var bilir misin?
bilmez olur muyum, beyim?
tamam öyleyse, hemen her hafta istanbula geliyor. florya köşküne iniyor. köşk de şuracıkta. bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona herhalde çaresini bulurdu.
sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya tutalım ki kodular, koskoca ismet paşamızı göstertmezler ya. tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! heç işitmez beni
nuri conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.
e peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın! dedi
Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. o da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!..
köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.
sen ne diyorsun bey? dedi.
Mustafa Kemal Paşa Atatürkümüzün yüzünü görmek için peygamber gücü gerek hem, tut ki gördük. yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?..
halil ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürkten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omuzuna elini koyarak, senden hoşlandım halil ağa dedi.
bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. açık yürekli bir
vatandaşsın. ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma ara!..
döndüler, arabaya bindiler. halil ağa, onları uğurladı.
meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. fakat bu, devlet babaya borçtur. ödenmesi gerek otomobil hareket etti. Atatürkün canı sıkılmıştı.
bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!.. dedi. dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. yüzünde ince bir keder vardı.
yahu çocuk, şu halil ağanın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da devlet baba diyor. ne mübarek millet, bu millet!..
köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:
şimdi dedi: istanbulda ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!..
bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. ayrıca vali muhittin üstündağ ile ismet paşayı bul, onlara da haber ver.
yaver odadan çıktı. Atatürk, nuri conkere döndü:
şimdi sen de arabayla çıkıp o halil ağaya gideceksin. ona benim kim olduğumu söyleme. tüccar, zengin bir adam filan dersin. seni sevdi, sana öküz alıverecek diye bir şeyler söyle, kandır. kuşkulandırmadan al getir buraya.
o akşam Atatürkün sofrasında başbakan ismet inönü, bakanlar, milletvekilleri ve istanbul valisi muhittin üstündağdan oluşan yirmi beş konuk vardı.
Atatürk, bu akşam soframıza efendimiz gelecek dedi. kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum.
bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürkün kulağına bir şeyler söyledi.
Atatürk buyursun! dedi.
başyaver kapıyı açıp da halil ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da ismet paşanın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu, hoş geldin halil ağa diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:
işte beklediğimiz, efendimiz dedi.
nuri conker, halil ağayı Atatürkün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten conkerle birlikte nasıl kaçtığını, halil ağayı, bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi:
şimdi gerisini halil ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. ben sorduklarımı baştan soracağım halil ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak.
halil ağaya döndü:
bak beri, halil ağa dedi. sen bu akşam benim baş misafirimsin. senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. öküzünü de alacağım. ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. işte soruyorum:
bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. öküzün yok mu senin?
halil ağa dudakları titreyerek Atatürkün ayağına kapanacak oldu. Atatürk önledi:
yoo, bak böyle şey istemem. soruyorum cevap ver.
soru cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:
peki istanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?
vali muhittin üstündağ, hali ağanın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. nasıl desin? ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki
olmadı bu, halil ağa bana dediğin gibi, dosdoğru
böyle demedik mi beyim?..
ya, ben mi yanlış anladım?.. dur soralım bakalım nuriye. nuri,böyle mi dedi bize halil ağa?
nuri conker karşılık verdi. hayır paşam!..
gördün mü?.. demek aklında yanlış kalmış. hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?.. aynen bana söylediğin gibi söyle.
halil ağa kekeleyerek konuştu:
köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam dedi. kusura kalma gayri
Atatürk gülmeye başladı:
diplomatsın ki, yaman diplomatsın, halil ağa ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız söyle bana, orada dediğin gibi
halil ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:
şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla bırak bu sağarı diye bir laf kaçırmışım
sofrada gülüşmeler başlamıştı.
hadi buna da oldu diyelim. geçelim gerisine:
e, peki bir başvekil ismet paşa var, bilir misin?
halil ağa ismet paşanın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:
şanlı ismet paşamız bilinmez olur mu hiç? o bugüne bugün
Atatürk halil ağayı durdurdu.
bırak şimdi övgüleri dedi. ben lafın gerisini getireyim:
tamam öyleyse, hemen her hafta istanbula geliyor, florya köşküne iniyor, köşk de şuracıkta. bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. herhalde
bir çaresini bulurdu.
halil ağa yine kaçamak yanıt verdi:
kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!..
Atatürkün sesi iyice sertleşti:
beni uğraştırma, halil ağa dedi. erkek adam sözünü yalamaz. ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!..
halil ağa ürktü, toparlandı. başını yine yere gömüp konuştu:
şanlı paşamıza da sağar dedikti ya
yalnız sağar değil, sağarın sağarı değil miydi?
halil ağa yere eğik başını acıyla salladı:
öyle dedikti paşam, doğrusun!.. diyebildi.
Atatürk, ismet paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.
son soruyu sorayım şimdi dedi. bunun da karşılığını ver, öküzünü al git.
koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. o da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?
hiç bırakır mı aslan paşam benim!.. erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler.
bırak bunları halil ağa, dediğini tekrarla. halil ağa birden diklendi.
her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürkün gözlerinin içlerine bakarak konuştu.
işte bunu demem paşam dedi. ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!
Atatürk gülmeye başladı:
zorlatacak bizi bu halil ağa, laf anlamıyor. dedi. Mustafa Kemal Paşa Atatürkümüzün yüzünü görmek için, peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek demiştin. halil ağanın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. taş kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri demeye getirdin ya fazla üstelemeyeyim dedi.
şimdi bak beni dinle, halil ağa seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: şu gördüğün altı bay hükümet yani, biri başbakan, ötekiler de bakan! memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen
sıvanırlar, isviçreden mi olur, italyadan mı olur, fransadan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, türkçeye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler büyük millet meclisine bu millet meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler. kanun bunlara gelir. bunlar da hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!.. ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan halil ağanın öküzünü çeker, satar halil ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! e, hakça söyle bakalım şimdi halil ağa sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için
içmez misin? ama sonra da halil ağa tutar, sana sarhoş der
halil ağanın dili çözülmüştü:
öyle diyen yok haşa!.. dinden çıkmak gibidir buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer
Atatürk sordu:
peki sen de içer misin?
hiç bulunur da içilmez olur mu, paşam?.. içeriz ki, tıpkı şerbet gibi!..
Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. kendi kadehini halil ağaya uzattı:
hadi bakalım halil ağa dedi. sağlığına içelim.
halil ağa, koca allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün paşam, sağlık düşürsün dedikten sonra halil ağa, edeple başını kenara çevirdi, eline verilen kadehi bir yudumda boşaltıverdi. yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürke döndü:
yunanı denize döktün paşam, bayrağımızı başucumuza diktin. benim gibi bir köylü parçasını sofrana alıp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki nideyim ben şimdi? bırak ki oh paşam, ayağını öpem
halil ağa Atatürkün ayağını öpmek için davranınca, Atatürk onu sıkıca tuttu ve bu hareketi yapmasını önledi. halil ağa bu kez, Atatürkün ellerine sarıldı, ellerini öpmeye başladı: bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun!.. gayri bana izin, koca paşam!..
yemek yemedin!..
yemek kolay meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim.
Atatürk nuri conkere işaret etti.
conker kalkıp halil ağanın yanına geldi, kalktı halil ağa, önce Atatürkü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:
efendimizin halini gördünüz mü beyler? dedi. devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? mübarek millet bu, adam millet bu şimdi bu adam milletin karşısında adam olmak, bize düşüyor!..
sofrada kesin bir sessizlik vardı. kimse gözlerini Atatürkten
ayıramıyordu:
halil ağanın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak halil ağanın öküzünü satıyor. ikisi de bence birbirinden farksız böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu? eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. hükümet nasıl bir yönetim içindedir? sonra unutmayın ki, olay istanbulda geçiyor. bunun vanı var, bitlisi var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!..
yazar & kaynak: ismet bozdağ Atatürkün sofrası
Memleketimiz şu iki şeyin memleketidir : biri çiftçi, diğeri asker. Biz çok iyi çiftçi ve çok iyi asker yetiştiren bir milletiz. İyi çiftçi yetiştirdik : çünkü topraklarımız çoktur, iyi asker yetiştirdik : Çünkü o topraklara kasteden düşmanlar fazladır. O toprakları sürenler, o toprakları koruyanlar hep sizlersiniz »