İyinet'e Hoşgeldiniz!

Türkiye'nin En Eski Webmaster Forum'una Hemen Kayıt Olun!

Kayıt Ol!

BİR "DARBE ZEBANİSİNİN" GÖÇÜ DOLAYISIYLA - Ahmet Alp HAN

ahze21

0
İyinet Üyesi
Katılım
26 Nisan 2008
Mesajlar
14
Reaction score
1
Yüzyılın davasında ilk duruşmadan sonra haftalar geçmişti. Adliyenin önü mahşer yerine dönmüş, öfkeyle savurulan sloganlar birbirine karışıyordu. Müdahil olmak can atan insanların sesi mahkeme salonundakilerin kulaklarına sinek vızıltısı gibi gelse de hâkim karşısında, ak saçlarının başındaki ve yüzündeki lekeleri saklayamadığı ve buruşmuş cildi, çökmüş gözleriyle olanları hala çözememiş sanık kürsüsündeki diktatörün yüreğini ağzına getiriyordu.

Çevresini tedirgin bakışlarla süzerken yüzünde bir koyun edası seziliyordu.


Hâkim, sıradaki tanığın içeriye alınması için mübaşire uyarıda bulundu ve elinde mendili gözlerini silen yaşlı bir bayan yılların eğdiği belini doğrultmaya çalışarak, bir muzaffer bir fatih edasıyla giriş yaptı. Hâkim karşısında yerini aldığında son kez mendiliyle gözlerini silerek sanık sandalyesinde oturan zebaniye öyle bir bakış attı ki, yıllarca gözlerin bakmaktan çekindiği gözler istemsizce muhatabından kaçtı.


Mahkemeden izin isteyen avukat, yaşlı bayanın oturmasını talep etti. Tahta sandalyesine bir kraliçe edasıyla kurulduktan sonra konuşup konuşamayacağı sorulduğunda;


“Ben yıllardır bu günü bekliyorum evladım. Bugün konuşmayacağım da ne zaman konuşacağım başka? Ömür sermayem kaldı mı ki elimde.” dedi ve anlatmaya başladı…

"80'li yılların başıydı. Sonbaharın soluk yüzünü göstermeye başladığı ve yaprakların sarıya çaldığı bir döneme girmiştik. Askerler, postallarını ülke gençliğinin kara yazgısıyla parlatmaya başlamışlardı. Kocam ve ben de o günlerin sert boralarından nasibimizi almak üzereydik.

Kocam TKİ’de bir memurdu. Bir gün çalıştığı kurumu basan askerler suçlu suçsuz demeden herkesi kelepçeleyerek askeri bir aracın güneş girmeyen kasasına, hınca hınç doldurmuşlardı. Akşam olmuştu ve ne gelenden haber alabiliyordum ne de gidenden. Ancak sabaha doğru kötü haberi aldım. Tam elli yaşındaki kocamı, mahkeme bile etmeden bir cezaevine göndermişlerdi. Görüş yasaktı; gittiğimde geldiğimden bile haberdar etmediler.

Haftalar merak ve bir o kadar da endişe ile, kalbimi yırtarak geçti. Evimin tek direği eşimden ayrı olmak mı yoksa iki çocuğumun baba hasretimi koyuyordu bana bilemiyorum. Sağ olsun kardeşlerim. Kapılarını açtılar da, o günlerde yanlarında teselli olup çocuklarımın iaşesini sağladım.

Çok geçmedi, mahkemesi oldu-bittiye getirildi. Asayişi bozmak ve devlete karşı gelmekten suçlu bulundu. Mardin Cizre’de bir cezaevine yerleştirmişler. Burada yıllarca kalacaktı. İçeriden haber almak mümkün olmadığından ziyarete gidiyordum. İki çift lafa müsaadeyi bırakın yüzünü bile zor gösteriyorlardı. Zaten o bir deri bir kemik, cılız halini görünce daha fena olup yerlere sere serpe seriliyordum. Yani anlayacağınız içeride onların, dışarıda da bizim ruh halimiz bozuluyordu.

Ayları bırak günler zor geçiyordu Hakim oğlum. Cezaevinden kazayla çıkanların anlattıkları fenalıklar geçirmeme sebep oluyordu; günde üç öğün yemek yerine dayak yiyor, anadan üryan soyup tazyikli suyla, toplu banyolar yaptırılıyor ve hacetlerini giderdikleri taslardan yemek yediriyorlarmış. Bunlar, sadece benim duyabildiklerimdi. Aslında bunlar, benim duymaya tahammül edebildiklerimdi, hâkim oğlum!

Cezaevinde aynı işkencelere maruz kaldığını düşündüğüm eşim bir gün gerçeklik duygusunu kaybetmiş olacak ki kendisinde gariplikler tezahür etmeye başlamış.

Şuurunu yitiren kocam, koğuşun aslında bir mezar olduğunu iddia etmeye başlamış. Bunu da öyle mantıklı savunuyormuş ki, yanında ki gençlerin çoğunu ikna edip yanına çekmiş. Mesela şöyle bir izahat getirmiş. Cuma günleri görüşme günleriydi. Yanındakilere ‘Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar.’ diye dikkatleri çektikten sonra şöyle izahat getirmiş, 'Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Biliyorsunuz Cizre’de kabir ziyareti Cumalarıdır. İşte bu başımızdaki gardiyanlar da bize azap etmekle memur zebaniler.’

Gerçekten de koğuşlarının camları boyalıydı. Bizim içeriyi göremediğimiz gibi onlar da dışarıyı göremiyor ve duyamıyorlardı. Bu durum uzun sürmüş ve ona yaşadığını bir türlü ispat edememişler.

Bir gün koğuş mazgalı açılmış ve eşimin adı okunup terhis olacağı müjdesi verilmiş. Yanındakiler, ‘Yaşıyoruz!” diyerek başlamışlar şehadet getirmeye. O ise eğmiş başını, dizlerinin arasına koymuş ve ‘Evladım, beni göndermeyin. Sizler bana sahip çıkıyordunuz. Şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum.’ diye başlamış ağlayıp dövünmeye.

Eşimi, cezaevi müdürünün karşısına perişan bir vaziyette çıkarmışlar. Onun bu haline bir anlam veremeyen müdür ‘Sevineceğin halde ne diye ağlıyorsun, be adam?’ diye sormuş. Konuşmaya mecali olmayan eşim yerine gardiyanlar olayı anlatmışlar. Müdür duydukları karşısında güldükten sonra “Seni nasıl ikna edebiliriz beybaba?” diye sorunca gücünü kuvvetini toplayarak cevap vermiş; ‘Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım’.

Müdür gerekli işlemleri yaptırdıktan sonra bana ulaşabilecekleri bir telefon numarasını çevirmiş ve eşime vermişler. Telefonu açtığımda onun ‘Alo’ diyen sesini duyunca fenalıklar geçiriyordum. Kalbim, nedendir bilmem, küt küt atmaya başlamıştı. Gözlerimden sicim gibi yaşlar akıyordu ne diyeceğimi bilemememin şaşkınlığını yaşıyordum. Onun şu sözleriyle kendime geldim; ‘Ben sağ mıyım, ölmedim mi?’ Benim ‘Tabi ki yaşıyorsun.’ cevabım karşısında ince, hırıltılı bir ses duydum. Haykırarak seslendim, sonra yine seslendim. Daha sonra telefonun kapandığını anladım. Yere yığılıp kalmışım. Çocuklarım ve kardeşim kaldırıp ayıltmışlar, saatler sonra.

Beni arayan numarayı bilmediğim için tekrar çevirip arayamadım. O gün kalbim duracaktı sanki. Ertesi gün yaşadığı gerçeklik karşısında kalbinin dayanamayarak durduğunu bildirdiler bana. Vefat etmişti.

Şimdi, hâkim oğlum! Ben konuşmayayım, ben anlatmayayım da bu yalnız başına geçen senelerin, yüzümdeki acılarla oluşan çizgilerin, uykusuzluktan şişen gözaltı torbalarımın ve ‘Babanız bir gün mutlaka gelecek’ diye yıllarca avutup, büyüttüğüm yetimlerimin hesabını kim, şurada sanık sandalyesinde oturandan zebaniden soracak?”

Bu sözler onun ağzından mahkeme salonunda yankılanan son sesler oldu. Sonra gözyaşlarıyla ıslattığı mendiline, hıçkırıklarla tekrar gömüldü.



NİHAYİ KELAM:

Yaşasın ZALİMLER için cehennem!



Ahmet Alp HAN
GlobalHaber TV
Twitter: @ahze22
 

Türkiye’nin ilk webmaster forum sitesi iyinet.com'da forum üyeleri tarafından yapılan tüm paylaşımlardan; Türk Ceza Kanunu’nun 20. Maddesinin, 5651 Sayılı Kanununun 4. maddesinin 2. fıkrasına göre, paylaşım yapan üyeler sorumludur.

Backlink ve Tanıtım Yazısı için iletişime geçmek için Skype Adresimiz: .cid.1580508955483fe5

Üst