Yağmur çiselemeye başlamıştı. Paltosunun yakasını kaldırıp hızlı adımlarla en yakındaki otobüs durağına doğru arşınladı yolu. Üstündeki palto yutuvermişti yağmur taneciklerini. Saçındaki suları silmek için eliyle başını sıvazladı. Eli su gibi olmuştu. Onu da pantolonun üzerine silip kuruttu.
Yağmur taneciklerinin durağın çatısına vururken çıkardıkları neşeli ses onun içini okşadı. Ne kadar da rahatlatıcı dedi kendi kendine. Kulaklarını onların ahenkle çıkardıkları çığlıklara verdi. O kadar düzenliydi ki düşüşleri birliktelik bu olmalıydı. Hiçbiri birbirlerinin gittiği istikameti kaybetmiyor ve ardı ardına sesleniyorlardı içerideki insanoğluna.
Bir ara kendi kendine boş boş niye oturuyorum ki burada diye söylendi. Ama başkalarına göre şairane olan sesi, güzelim yağmurun kulak okşayan sesi yanında çok cırtlak kalmıştı. Biraz daha oturup dinleyeyim şu güzel konseri dedi.
Arabalar geçerken yağmur suları ayaklarının dibine kadar sıçrıyor ama o sulardan çok, sesleriyle hem haldi. Şırıl şırıl akan yağmur suları durağın deliklerinden içeriye sızıyordu. Akarken de durağı tertemiz yapıvermişlerdi. Her gün binlerce kişiyi misafir eden şu gariban durağın kirlerini de ancak bir yağmur temizleyebilirdi.
Durağın dışından gelen sesler dinlediği resitali bozmuştu. İki çam yarması delikanlı da misafirliğe gelmişti durağa. Ellerinde tuttukları top maçtan geldiklerini belli ediyordu. Muhabbetlerine kulak kabarttı biraz. Tanıştıkları kızlardan ve yapacaklarından bahsettiler. Maçın sonuna doğru kendilerini sırılsıklam ıslatan yağmur aleyhine konuştular.
Sırılsıklam bir maç diye düşündü. Kendisinin kolejde belletmenken talebeleriyle yağmur altında yaptığı maçlar ve attığı şık goller geldi aklına. Ne güzel günlerdi, o günler, dedi. Şimdi ise üniversiteden arkadaşlarıyla bir evde kalıyordu. Ama talebelerini veya aslında çoktan kardeşleri olmuş olan o çocukları çok özlüyordu.
Tarladaki çiçeklerim adını verdiği talebelerini hala unutamamıştı. Ne kadar unutmaya çalışsa rüyaları engel oluyordu. Hem geçen günkü olay da hafızasında tazeliğini korurken nasıl unutabilirdi.
Her günkü gibi üniversiteye gitmiş ve ders arasında arkadaşlarıyla üniversitenin uzun ve rutubet kokan koridorlarında sohbet ederlerken eski talebeleriyle ilgilenen yeni belletmeni gördü. ‘Ne oldu’ diye sordu?
- Nasılsın?
- İyiyim.
- Yahu neden gelmiyorsun okula. Çocukları arada bir gör.
- Olmaz. Senle iyi onlar.
- Seni götürmeye geldim.
- Belki başka zaman.
- Ama Aybek çok hasta.
- Ne oldu?
- Apandisit ameliyatı oldu önceki gün. Seni sayıklıyor. Lütfen gel.
Hastanede olduğu sözü, çoktan yola revan olmasına yetmişti. Yolda, neler olduğunu sorarak bilgi almaya çalıştı.
- Önceki gün yatırdık hastaneye. Karın ağrısı çekiyordu. Apandisitini alacağız dediler ve yatırdılar. Ameliyattan çıktıktan hemen sonra ziyaret ettik. Narkoz hali devam ediyordu. Herkes yanına gidiyordu. Talebelerin hepsi ziyaret etmişti. Onlara şöyle demiş:
- Benim hayatımda üç dönem oldu; birincisi doğdum, gözümü açtım annemi ve babamı gördüm. İkincisi okulum olan bu Türk okuluna yazıldım. Üçüncüsü ise bu okulda abimi gördüm.
- Hem, benden değil, senden bahsediyordu.
Hastaneye varmışlardı. Odasına sessizce girdiler. Tek başına beyaz çarşaflar içinde yatıyordu orada. Uyuyordu. Sessizce yanına oturdu. Aybek yavaşça araladı gözlerini. Abisi karşısında duruyordu. Gözleri bir anda güldü, neşeli bir ifade belirdi yüzünde:
- Abi geldin mi? Nerelerdeydin?
- Buradayım Aybek.
- Çok özlemişim seni abi.
- Geldim işte.
Aybek öyle sıkı tutuyordu ki elini bırakmak istemiyordu. Öyle sıcaktı ki eli. Her ikisinin elleri de ter içinde kalmıştı. Eski günler geçmişti gözlerinden. Beraber yaptıkları faaliyetler, eğlenceler… Herkesin bir günü var: anneler günü, babalar günü, öğretmenler günü... Neden abiler günü olmasın diye ortaya attıkları fikirden sonraki ilk abiler günü programı ne kadar da mütevazıydi. Aybek güzel bir şarkı eşliğinde kendi yazmış olduğu şiirini okumuştu. Yeteneği şiirdi, şairliğe meraklıydı.
Gözleri yaşlarla dolmuştu ikisinin de. Ağlıyorlardı…
- Abi, sizden bir şey isteyebilir miyim?
- Tabi ki Aybek.
- Bu gözyaşlarımı alın ve her birini dünyada Allah’ı ve onun güzide elçisi olan Resul’ünü tanımayanlara verin. Verin ki onların kalbi de şu gözyaşlarım gibi sıcacık olsun ve onlar için ağlasınlar.
İçi öyle cız etmişti ki anlatamazdı bunu. Yanmıştı yüreği. Şimdi şu durağın dışında afet gibi yağan yağmur suları bile söndüremezdi bu yangını.
Elleri avuçlarında yine uykunun içerisine süzülmüştü Aybek. Sessizce ellerini onun ellerinden ayırdı ve çıktı hastaneden.
Hastaneden çıktığında yanağındaki gözyaşlarını silerken kalbindeki emanet gözyaşlarını kaybetmemeye çalışıyordu.
Bu karmakarışık hislerden sıyrılıp kendine geldi. Duraktaydı ve yağmur duraktaki iki gençle onu içeride tutsak bırakmıştı.
Gençleri oturduğu yerden şöyle uzunca bir süzdü ve ayağa kalkıp yanlarına gitti. Selam verip kendini tanıttı. Yağmurun duracağı yoktu. O da durmamalıydı. Gençlerle muhabbeti yağmurdan açtı, gözyaşlarına getirdi.
Biliyor musunuz arkadaşlar; her bir yağmur tanesi başkaları için ağlayan bir çocuğa aittir aslında. Bunlardan biriyle tanışmıştım daha önce. Size anlatayım mı onu? Hem size de bir emaneti var…
Ahmet Alp Altay
Yağmur taneciklerinin durağın çatısına vururken çıkardıkları neşeli ses onun içini okşadı. Ne kadar da rahatlatıcı dedi kendi kendine. Kulaklarını onların ahenkle çıkardıkları çığlıklara verdi. O kadar düzenliydi ki düşüşleri birliktelik bu olmalıydı. Hiçbiri birbirlerinin gittiği istikameti kaybetmiyor ve ardı ardına sesleniyorlardı içerideki insanoğluna.
Bir ara kendi kendine boş boş niye oturuyorum ki burada diye söylendi. Ama başkalarına göre şairane olan sesi, güzelim yağmurun kulak okşayan sesi yanında çok cırtlak kalmıştı. Biraz daha oturup dinleyeyim şu güzel konseri dedi.
Arabalar geçerken yağmur suları ayaklarının dibine kadar sıçrıyor ama o sulardan çok, sesleriyle hem haldi. Şırıl şırıl akan yağmur suları durağın deliklerinden içeriye sızıyordu. Akarken de durağı tertemiz yapıvermişlerdi. Her gün binlerce kişiyi misafir eden şu gariban durağın kirlerini de ancak bir yağmur temizleyebilirdi.
Durağın dışından gelen sesler dinlediği resitali bozmuştu. İki çam yarması delikanlı da misafirliğe gelmişti durağa. Ellerinde tuttukları top maçtan geldiklerini belli ediyordu. Muhabbetlerine kulak kabarttı biraz. Tanıştıkları kızlardan ve yapacaklarından bahsettiler. Maçın sonuna doğru kendilerini sırılsıklam ıslatan yağmur aleyhine konuştular.
Sırılsıklam bir maç diye düşündü. Kendisinin kolejde belletmenken talebeleriyle yağmur altında yaptığı maçlar ve attığı şık goller geldi aklına. Ne güzel günlerdi, o günler, dedi. Şimdi ise üniversiteden arkadaşlarıyla bir evde kalıyordu. Ama talebelerini veya aslında çoktan kardeşleri olmuş olan o çocukları çok özlüyordu.
Tarladaki çiçeklerim adını verdiği talebelerini hala unutamamıştı. Ne kadar unutmaya çalışsa rüyaları engel oluyordu. Hem geçen günkü olay da hafızasında tazeliğini korurken nasıl unutabilirdi.
Her günkü gibi üniversiteye gitmiş ve ders arasında arkadaşlarıyla üniversitenin uzun ve rutubet kokan koridorlarında sohbet ederlerken eski talebeleriyle ilgilenen yeni belletmeni gördü. ‘Ne oldu’ diye sordu?
- Nasılsın?
- İyiyim.
- Yahu neden gelmiyorsun okula. Çocukları arada bir gör.
- Olmaz. Senle iyi onlar.
- Seni götürmeye geldim.
- Belki başka zaman.
- Ama Aybek çok hasta.
- Ne oldu?
- Apandisit ameliyatı oldu önceki gün. Seni sayıklıyor. Lütfen gel.
Hastanede olduğu sözü, çoktan yola revan olmasına yetmişti. Yolda, neler olduğunu sorarak bilgi almaya çalıştı.
- Önceki gün yatırdık hastaneye. Karın ağrısı çekiyordu. Apandisitini alacağız dediler ve yatırdılar. Ameliyattan çıktıktan hemen sonra ziyaret ettik. Narkoz hali devam ediyordu. Herkes yanına gidiyordu. Talebelerin hepsi ziyaret etmişti. Onlara şöyle demiş:
- Benim hayatımda üç dönem oldu; birincisi doğdum, gözümü açtım annemi ve babamı gördüm. İkincisi okulum olan bu Türk okuluna yazıldım. Üçüncüsü ise bu okulda abimi gördüm.
- Hem, benden değil, senden bahsediyordu.
Hastaneye varmışlardı. Odasına sessizce girdiler. Tek başına beyaz çarşaflar içinde yatıyordu orada. Uyuyordu. Sessizce yanına oturdu. Aybek yavaşça araladı gözlerini. Abisi karşısında duruyordu. Gözleri bir anda güldü, neşeli bir ifade belirdi yüzünde:
- Abi geldin mi? Nerelerdeydin?
- Buradayım Aybek.
- Çok özlemişim seni abi.
- Geldim işte.
Aybek öyle sıkı tutuyordu ki elini bırakmak istemiyordu. Öyle sıcaktı ki eli. Her ikisinin elleri de ter içinde kalmıştı. Eski günler geçmişti gözlerinden. Beraber yaptıkları faaliyetler, eğlenceler… Herkesin bir günü var: anneler günü, babalar günü, öğretmenler günü... Neden abiler günü olmasın diye ortaya attıkları fikirden sonraki ilk abiler günü programı ne kadar da mütevazıydi. Aybek güzel bir şarkı eşliğinde kendi yazmış olduğu şiirini okumuştu. Yeteneği şiirdi, şairliğe meraklıydı.
Gözleri yaşlarla dolmuştu ikisinin de. Ağlıyorlardı…
- Abi, sizden bir şey isteyebilir miyim?
- Tabi ki Aybek.
- Bu gözyaşlarımı alın ve her birini dünyada Allah’ı ve onun güzide elçisi olan Resul’ünü tanımayanlara verin. Verin ki onların kalbi de şu gözyaşlarım gibi sıcacık olsun ve onlar için ağlasınlar.
İçi öyle cız etmişti ki anlatamazdı bunu. Yanmıştı yüreği. Şimdi şu durağın dışında afet gibi yağan yağmur suları bile söndüremezdi bu yangını.
Elleri avuçlarında yine uykunun içerisine süzülmüştü Aybek. Sessizce ellerini onun ellerinden ayırdı ve çıktı hastaneden.
Hastaneden çıktığında yanağındaki gözyaşlarını silerken kalbindeki emanet gözyaşlarını kaybetmemeye çalışıyordu.
Bu karmakarışık hislerden sıyrılıp kendine geldi. Duraktaydı ve yağmur duraktaki iki gençle onu içeride tutsak bırakmıştı.
Gençleri oturduğu yerden şöyle uzunca bir süzdü ve ayağa kalkıp yanlarına gitti. Selam verip kendini tanıttı. Yağmurun duracağı yoktu. O da durmamalıydı. Gençlerle muhabbeti yağmurdan açtı, gözyaşlarına getirdi.
Biliyor musunuz arkadaşlar; her bir yağmur tanesi başkaları için ağlayan bir çocuğa aittir aslında. Bunlardan biriyle tanışmıştım daha önce. Size anlatayım mı onu? Hem size de bir emaneti var…
Ahmet Alp Altay