İspanya'nın son finallerdeki şampiyonluğunu çok kimse beklemiyordu. Sürpriz bir sonuçtu. İspanyollar'ın yıllar süren ulusal başarıya uzanmalarının nedenleri incelendiğinde La Liga'nın artan kalitesinin büyük payı gözüküyor.
Avrupa'nın dev futbol ülkeleri arasında en çok hangi ligi beğeniyorsunuz? Hızlı oynayan İngilizler mi, katı savunmacı İtalyanlar mı, tamamen sonuca yönelik oynayan Fransızlar mı, fizik güce önem veren Almanlar mı?
Biraz Euro 2008 ve öncesi büyütecinde baktığımızda La Liga'nın tüm bu liglere kafa tuttuğunu görebiliriz. Özellikle İngiltere Premier League'in artık tamamen yıldızlara endeksli bir hal alması Ada'da işlerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Premier League'de ciddi bir sorun var. O da alt yapıya önem verilmemesi. Bu tamamen önemsizlik anlamına gelmemeli. Fakat ortada ciddi bir sabırsızlığın olduğu kesin. Çünkü dev İngilizler ya da onları izleyen orta ölçekli Ada kulüpleri oyuncu yetiştirmek yerine Premier League'in cazibesinden yararlanarak kadrolarını transferlerle şişiyorlar. Bu da bütçesi şişkin olanın kazanacağı oyun haline geliyor. 1995'deki Blackburn'ün şampiyonluğunun ardından Arsenal, Chelsea ve Manchester United dışında şampiyon olan takım yok. Şampiyonluğu bir kenara bırakın geride kalan 8 sezonda ilk 4 sırada da ciddi bir değişiklik bulunmuyor. Chelsea, Manu, Arsenal ve Liverpool arasında 4 sıra ambargolu. 2000-01'de Leeds, 2001-02 ve 2002-03'de Newcastle en son da 2004-05 yılında Everton sezonu ilk 4 içinde bitirebilmiş. Geriye kalan üç takım değişmemiş. Arsenal, Manu, Chelsea… Liverpool'un kötü olduğu sezonlarda dördüncülük koltuğu boşalıyor. Bu durum İngiltere milli takımına da olumlu yansıdığı söylenemez. Zira yıllardır yokları oynuyorlar. Geçen sezon Şampiyonlar Ligi yarı finalindeki 4 takımdan üçünün İngiliz olması bütçelerinden başka da bir şeyin eseri değil. Arsene Wenger'in her sezon takımı gençleştirdiği için hep hedefleri uzaklara koyması, Sir'ün Manu'yu bırakmasından sonra çıkacak tufanı nasıl savuşturacağı mechul olan Manu ve Abramowich'in servetinin performansıyla doğru orantılı Chelzki'nin bu sezon da yerleri ilk üç içinde ayrılmış durumda. Diğerleri? Onlarla boy bile ölçüşemez. Nerede Tottenham, Fulham, West Ham ya da City gibi büyük taraftar desteğine ve futbol kültürüne sahip takımlar?
İtalyanlar'ın durumu ise daha da beter. Futbol namına zevk verir tarafları yok. Skandalları bitmek bilmiyor. Üstelik Avrupa Birliği statüsündeki oyuncularla sınırlandırılan yabancı transferinden de en çok onlar etkilendiler. Kendi ligleri dışında oynayan yıldızlarının sayısı gittikçe azalıyor. İtalyan futbolunun Euro 2008'deki çaresizliği galiba sadece Donadoni'nin tecrübesizliğiyle sınırlı değildi.
Bundesliga Avrupa'nın en çok stat seyircisine sahip ligi. Onların alt yapılarının potansiyeli Avrupa'nın birçok ülkesinde yok. Bu alt yapılardan yetişen oyunculara baktığımızda Polonya ve Türk kökenli isimlerin çok olduğunu görüyoruz. Bu durumda onların ulusal takım tercihleri Almanya'nın kaderiyle yakından alakalı oluyor. Özellikle Türk kökenli oyuncuların çokluğu Alman futboluna önemli katkı sağlıyor. Tabii ki son dönemde Klose ve Podolski gibi Leh ırkından gelenlerin Almanya'ya milli takım bazında neler kattığı ortada. Özellikle son 10 yılda Almanya'nın içinden bu dinamikleri çıkardığımızda geriye çok sağlam bir temel kaldığı söylenemez. Kulüplerin yabancı oyunculara muhtaç olmasıyla Bundesliga'nın İngiltere ya da İtalya kadar olmasa da ulusal futbola katkı sağladığı söylenemez. Küresel olarak değerlendirildiğinde de seyir zevki açısından La Liga'yla kıyaslanmayacak kadar eksikleri olan bir lig.
Tüm bunların yanında daha da zor durumda olan tamamen yabancı, daha doğrusu sömürge futboluna dayalı bir durumla karşı karşıya olan Fransa Ligi Avrupa'nın cazibesini yitirmekle karşı karşıya olan liglerinin başında geliyor. Fransa futbolundan Afrikalı isimleri çıkarmak demek dünya ekonomisinden Çin ürünlerini yok etmekle eşdeğer. Az para çok işle üretilen bir kaynak var Fransa'da. Ulusal yıldızların da yurt dışını seçmeleri Fransa Ligi'nin içini boşaltıyor. Lyon'un ağırlığının yıllarca süreceği ve yanına fazla kimsenin yaklaşamayacağı ortada.
Tüm bu liglerin ışığında La Liga'nın baktığımızda gerek alt yapı gerekse de yabancı oyuncu seçimi bakımından isabetli atışlar yaptığını söyleyebiliriz. Onlarda şampiyonluk için Real Madrid ve Barcelona gibi bir takımların lobilerinin etkisine rağmen diğer takımlar rekabette üst düzeydeler. 2000 yılların başındaki Valencia ve Deportivo şampiyonluklarının yanı sıra 2002-03'teki Real Sociedad fırtınası, 1995'deki Atletico Madrid'in zaferi, 1997-98'de Atletic Bilbao'nun ikinciliği, her sezon ayrı bir heyecanı sergilemişti. Son dönemde ise Sevilla'nın hem UEFA'da hem de La Liga'daki performansı, Villarreal'in kolay lokma olmaması İspanya'nın Euro 2008'deki başarısının mutfağını oluşturuyor.
Avrupa'nın dev futbol ülkeleri arasında en çok hangi ligi beğeniyorsunuz? Hızlı oynayan İngilizler mi, katı savunmacı İtalyanlar mı, tamamen sonuca yönelik oynayan Fransızlar mı, fizik güce önem veren Almanlar mı?
Biraz Euro 2008 ve öncesi büyütecinde baktığımızda La Liga'nın tüm bu liglere kafa tuttuğunu görebiliriz. Özellikle İngiltere Premier League'in artık tamamen yıldızlara endeksli bir hal alması Ada'da işlerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Premier League'de ciddi bir sorun var. O da alt yapıya önem verilmemesi. Bu tamamen önemsizlik anlamına gelmemeli. Fakat ortada ciddi bir sabırsızlığın olduğu kesin. Çünkü dev İngilizler ya da onları izleyen orta ölçekli Ada kulüpleri oyuncu yetiştirmek yerine Premier League'in cazibesinden yararlanarak kadrolarını transferlerle şişiyorlar. Bu da bütçesi şişkin olanın kazanacağı oyun haline geliyor. 1995'deki Blackburn'ün şampiyonluğunun ardından Arsenal, Chelsea ve Manchester United dışında şampiyon olan takım yok. Şampiyonluğu bir kenara bırakın geride kalan 8 sezonda ilk 4 sırada da ciddi bir değişiklik bulunmuyor. Chelsea, Manu, Arsenal ve Liverpool arasında 4 sıra ambargolu. 2000-01'de Leeds, 2001-02 ve 2002-03'de Newcastle en son da 2004-05 yılında Everton sezonu ilk 4 içinde bitirebilmiş. Geriye kalan üç takım değişmemiş. Arsenal, Manu, Chelsea… Liverpool'un kötü olduğu sezonlarda dördüncülük koltuğu boşalıyor. Bu durum İngiltere milli takımına da olumlu yansıdığı söylenemez. Zira yıllardır yokları oynuyorlar. Geçen sezon Şampiyonlar Ligi yarı finalindeki 4 takımdan üçünün İngiliz olması bütçelerinden başka da bir şeyin eseri değil. Arsene Wenger'in her sezon takımı gençleştirdiği için hep hedefleri uzaklara koyması, Sir'ün Manu'yu bırakmasından sonra çıkacak tufanı nasıl savuşturacağı mechul olan Manu ve Abramowich'in servetinin performansıyla doğru orantılı Chelzki'nin bu sezon da yerleri ilk üç içinde ayrılmış durumda. Diğerleri? Onlarla boy bile ölçüşemez. Nerede Tottenham, Fulham, West Ham ya da City gibi büyük taraftar desteğine ve futbol kültürüne sahip takımlar?
İtalyanlar'ın durumu ise daha da beter. Futbol namına zevk verir tarafları yok. Skandalları bitmek bilmiyor. Üstelik Avrupa Birliği statüsündeki oyuncularla sınırlandırılan yabancı transferinden de en çok onlar etkilendiler. Kendi ligleri dışında oynayan yıldızlarının sayısı gittikçe azalıyor. İtalyan futbolunun Euro 2008'deki çaresizliği galiba sadece Donadoni'nin tecrübesizliğiyle sınırlı değildi.
Bundesliga Avrupa'nın en çok stat seyircisine sahip ligi. Onların alt yapılarının potansiyeli Avrupa'nın birçok ülkesinde yok. Bu alt yapılardan yetişen oyunculara baktığımızda Polonya ve Türk kökenli isimlerin çok olduğunu görüyoruz. Bu durumda onların ulusal takım tercihleri Almanya'nın kaderiyle yakından alakalı oluyor. Özellikle Türk kökenli oyuncuların çokluğu Alman futboluna önemli katkı sağlıyor. Tabii ki son dönemde Klose ve Podolski gibi Leh ırkından gelenlerin Almanya'ya milli takım bazında neler kattığı ortada. Özellikle son 10 yılda Almanya'nın içinden bu dinamikleri çıkardığımızda geriye çok sağlam bir temel kaldığı söylenemez. Kulüplerin yabancı oyunculara muhtaç olmasıyla Bundesliga'nın İngiltere ya da İtalya kadar olmasa da ulusal futbola katkı sağladığı söylenemez. Küresel olarak değerlendirildiğinde de seyir zevki açısından La Liga'yla kıyaslanmayacak kadar eksikleri olan bir lig.
Tüm bunların yanında daha da zor durumda olan tamamen yabancı, daha doğrusu sömürge futboluna dayalı bir durumla karşı karşıya olan Fransa Ligi Avrupa'nın cazibesini yitirmekle karşı karşıya olan liglerinin başında geliyor. Fransa futbolundan Afrikalı isimleri çıkarmak demek dünya ekonomisinden Çin ürünlerini yok etmekle eşdeğer. Az para çok işle üretilen bir kaynak var Fransa'da. Ulusal yıldızların da yurt dışını seçmeleri Fransa Ligi'nin içini boşaltıyor. Lyon'un ağırlığının yıllarca süreceği ve yanına fazla kimsenin yaklaşamayacağı ortada.
Tüm bu liglerin ışığında La Liga'nın baktığımızda gerek alt yapı gerekse de yabancı oyuncu seçimi bakımından isabetli atışlar yaptığını söyleyebiliriz. Onlarda şampiyonluk için Real Madrid ve Barcelona gibi bir takımların lobilerinin etkisine rağmen diğer takımlar rekabette üst düzeydeler. 2000 yılların başındaki Valencia ve Deportivo şampiyonluklarının yanı sıra 2002-03'teki Real Sociedad fırtınası, 1995'deki Atletico Madrid'in zaferi, 1997-98'de Atletic Bilbao'nun ikinciliği, her sezon ayrı bir heyecanı sergilemişti. Son dönemde ise Sevilla'nın hem UEFA'da hem de La Liga'daki performansı, Villarreal'in kolay lokma olmaması İspanya'nın Euro 2008'deki başarısının mutfağını oluşturuyor.