İyinet'e Hoşgeldiniz!

Türkiye'nin En Eski Webmaster Forum'una Hemen Kayıt Olun!

Kayıt Ol!

Şans varmış, şans yokmuş

Cod3rwish

0
İyinet Üyesi
Katılım
6 Temmuz 2008
Mesajlar
36
Reaction score
0
Turnuva boyunca şanstan bahsettik, mucizelere inandık, destanlar yazdık, kahramanlar yarattık. Teknik direktörümüz bir gün herkesin hedefiydi, ertesi gün bir kahraman. Egosu onu bir gün kibirli yapıyordu, ertesi gün karizmatik.

Euro 2008 bitti, hem de böylesine bir turnuvadan beklemekten artık vazgeçtiğimiz tatlar bırakarak. Böyle büyük organizasyonlar -kazananlar dışında- kısa sürede unutulur. Özellikle de transfer haberlerinin umut pazarlama aracı olarak kullanıldığı bizim gibi ülkelerde. Oysa Euro 2008’in bize neler getirdiğinin ve neler öğrettiğinin altını çizmek gerekiyor. Zira bu ülkedeki futbolseverler artık anlık başarılar değil, Almanya gibi bir takım karşısında ortaya çıkan potansiyelin devamlılığını bekliyor.



Biz....

Turnuva boyunca şanstan bahsettik, mucizelere inandık, destanlar yazdık, kahramanlar yarattık. Çetin Altan'ın deyimiyle "dünyada ayakla oynanan futbol; Türkiye’de yiğitlikle, yürekle" oynanıyordu adeta. Teknik direktörümüz bir gün herkesin hedefiydi, ertesi gün bir kahraman. Egosu onu bir gün kibirli yapıyordu, ertesi gün karizmatik. Bir gün şanslıydık çünkü son dakikada, en umutsuz anlarda kazanıyorduk; başka bir gün ise şanssızdık, çünkü eksiğimiz çoktu ve son dakikada kaybediyorduk.



Bir yorumcumuz yazmıştı, yaşadığımız gibi oynuyoruz, yani yumurta kapıya dayanmadan harekete geçmiyoruz diye. Belki doğruydu ama bence eksikti. Çünkü bu turnuva boyunca daha net gördük ki, baskın olan iki özelliğimiz daha var.

1. Yüzeysel tartışmalara fazla itibar etmemiz, bu nedenle de başarıyı soyut kavramlarla açıklama eğiliminde olmamız. Bunun da bizi hem detaylara inmekten hem de geniş bir pencereden bakabilmekten, kısacası sağlıklı düşünmekten uzaklaştırması.
2. Yine bu bakış açısından dolayı, insanları (futbolcuları/teknik adamları) olduklarından farklı (başarılı/başarısız) algılamamız. Bir insanın beğendiğimiz ve beğenmediğimiz özellikleri aynı anda taşıyabileceğini, o insanların yetenekleriyle, kişilikleriyle, duygularıyla ve yaşadıklarıyla bir bütün olacağını kabul edemiyor olmamız.

Oysa sağlıklı bir değerlendirme yaptığımızda, başarımızda şansın çok da fazla payı olmadığını görebiliriz. Bunların çoğunu hayatın cilveleri, yani riskleri/fırsatları olarak nitelemek belki daha doğru. Çünkü ortada a) gerçekler b) -teknik ekibin aldığı kararların taşıdığı- riskler vardı. Ve bu riskler gerçekleştikçe ya da bu riskleri atlattıkça hikayemiz yazılmış oldu.



Gerçekler…

Oyuncuların Kapasitesi…

Gerçeklerin başında futbolcularımızın kapasitesi yatıyordu. Çoğunun performansı beklediğimizden farklı değildi aslında. Örneğin, turnuvadan önce Emre Belözoğlu için, 1 haftada 3 maç çıkarması olasılığının çok düşük olduğunu, bu nedenle onun liderliğinde bir takım kurmanın hayal kurmaktan farksız olduğunu yazmıştık. Nitekim ilk maç sonunda vücudu pes etti Emre'nin. Örneğin, Sabri'nin hücum yönünün çok iyi ancak savunmasının kontrolsüz olduğunu biliyoruz; nitekim hücumda 2 kere asist yaparken, Podolski-Lahm ikilisi karşısında 3 kere çaresiz kaldı, 1 kere de penaltılık müdahale yaptı. Örneğin Gökhan Zan, bütün sezon çok kolay sakatlandı; Portekiz karşısında da kontrolsüz bir hareketiyle kendi kendisini sakatladı. Örneğin Rüştü; çok iyi refleksleri olduğunu ama sık sık çılgın çıkışlar yaptığını bilmeyen yok. Örneğin Volkan, bütün sezon olduğu gibi çoğu zaman başarılıydı ancak yine en olmadık anda takımını yarı yolda bıraktı. Örneğin, Nihat, Arda, Tuncay, Semih; hiçbiri sezon sonunda ulaştıkları yüksek performansın ne altına düştü, ne de çok üstüne çıktı. Örneğin Tümer ve Gökdeniz'in neden Nuri, Mehmet Topuz gibi oyunculara tercih edildiğini anlayamamıştık. Nitekim her iki oyuncudan da katkı alamadık.



Hamit ve Aurelio. Bana göre en kritik iki oyuncumuzdu. Onların orta alandaki varlığı takım oyunundaki ve savunmadaki zaaflarımızı dengeledi. Hamit'in oyunu okuma becerisi ve topu en geriden hücuma taşıyabilmesi, Aurelio’nun ise rakibin hareket alanını kolayca daraltabilmesi mükemmel bir ikili yarattı. Bunu en iyi, iki oyuncumuzun aynı anda orta alanda oynadığı dakikalar yansıtıyor: Çek karşılaşmasının son 30 dakikası ve Almanya karşılaşması.



Kısacası, teknik ekibimiz ulusal takımı seçerken oyuncuların özellikleri, istatistikleri, devamlılıkları, takıma uyumları ve son dönem performansları üzerine daha sağlıklı bir değerlendirme yapsaydı ve potansiyelimizi daha iyi ölçseydi, belki turnuvanın en başından itibaren bize seyir zevki veren bir takım izleyecek ve son karşılaşmalarda alternatifsizliklerden yakınmayacaktık.



Oyun düzeni…

Tabii bu noktada şunu savunabilirsiniz: Belki ilk günden doğru tercihler yapılmış olsa rakiplerimiz bize karşı belirsizlik kabusu yaşamayacak ve daha rahat önlem alabilecekti. Bu da yine hayatın cilvelerinden biri olsa gerek. Ancak rakibi sürekli şaşırtan dizilişlerin de şöyle bir riski var: Kendiniz de bir düzen oturtamazsınız. Bu da takım savunmasında ve hücumunda aynı anda olamayacağınız anlamına gelir. Hangisine odaklanırsanız diğerini riske atarsınız. Pas yüzdesinde sadece 3 takımın, uzun pas yüzdesinde ise sadece 1 takımın kılpayı üzerinde olmamızda bir türlü oturtamadığımız düzenin katkısı inkar edilemez.



Arada inişler yaşasalar da belirli bir futbol düzeyini tutturan Almanya, İspanya, Hollanda, İtalya gibi takımların önemli bir farkı var. Kadro ve oyun sistemlerini her karşılaşmada değiştirmektense, sadece rakibe göre farklılık gösteren önlemler alıyorlar. Bu düzenin bir sonucu olarak da, rakip kendilerinden ne kadar iyi oynarsa oynasın, ezberledikleri pozisyonu buldukları anda rakibi cezalandırıyorlar. Günümüz futbolunda kazanma formüllerinin en önemlisi bu.



Cezalar, sakatlıklar ve savunma…

Bir de şanssızlıktan dem vurduğumuz sakatlık ve ceza sorunlarımız oldu. Hakemlerin birkaç adaletsiz sarı kart gösterdiği doğru olsa da, turnuvanın açık ara en çok kart gören takımı olmamızı (16 sarı, 1 kırmızı, en yakın Rusya 10 sarı) adaletsizlik ve şanssızlıkla açıklayamayız. Bunu daha ziyade oyuncularımızın itiraz eğilimiyle (ilaveten aşırı motivasyonlarıyla) ve savunmamızın –geleneksel- hamle zamanlaması ve pozisyon hatalarıyla açıklamamız gerekir. Zaten, çeyrek finale çıkan takımlar arasında en çok faul yapan takım olmamız da bunu gösteriyor.



Savunma oyuncularımızın bu sıkıntısı sakatlıkları da açıklayabilir. Üstelik bu zaafımız aşırı motivasyon ile birleştiğinde, ters hareketlere ve yoğun kullanılmayan kaslara yük binmesine neden oluyor. Bazı oyuncularımızın nasıl sakatlandığını ise hiç anlayamadığımı itiraf edeyim. Maç sonrasında ve antrenmanlarda sakatlandığı açıklanan bazı oyuncularımız hakkında hiç de doyurucu açıklamalar yapılmadı maalesef.



Öte yandan, savunma oyuncularının gittikçe değişen yüzünü bu turnuva çok net gösterdi. Turnuvanın en çok göze batan oyuncuları beklerdi. Yıllardır oyunun ortaya sıkışmasının yarattığı zevksizlikten yakınıp duruyor, kanat hücumlarının futbolu daha yaratıcı hale getireceğini savunuyorum. Bu değişimde rakip savunmaların daha az odaklandıkları beklerin rolü çok kritik. Nitekim beklerin hücuma katkı vermesi, doğrudan ceza sahasına yönelmesi ve yaratıcılıklarını kullanması turnuvadaki en etkili hücum güçlerini meydana getirdi. Almanya’da Lahm (üstelik her iki kanatta), İspanya’da Sergio Ramos, Rusya’da Zhirkov, İtalya’da Grosso, Portekiz’de Bosingwa takımlarını hücuma kaldıran oyuncular oldular. Düşünün ki, Lahm yarı finalin son dakikasında bizim ceza sahamızdaydı ve galibiyet golüne imza attı.



Sosyal değişim…

Biz küçükken 2. Dünya Savaşı’ndan kalma bir tekerleme vardı. 1, 2, 3’ler yaşasın Türkler, 4, 5, 6 Polonya battı, 7, 8, 9 Almanlar domuz, 10, 11, 12 İtalya tilki, 13, 14, 15 Ruslar kalleş diye giderdi. Aşırı milliyetçiliğin böldüğü dünyada toplumların birbirini nasıl gördüğünü özetleyen bir tekerlemeydi.



Euro 2008 toplumları ayıran milliyetçilik rüzgarlarının da tersine döndüğü mesajını veren bir iyimserlik havasında geçti. Sosyal yönü en az sahadaki futbol kadar zengindi. Bizler yıllarca uzak durduğumuz gurbetçilerimizle sanki yeniden tanıştık. Onların Avrupa ülkelerindeki yaşama, sandığımızdan daha fazla entegre olduğunu gördük. Özellikle Türkiye – Almanya karşılaşmasında yaşanan görüntüler toplumların ne kadar kaynaştığını ve birbirlerini ne kadar anlamaya başladığını gösteriyordu.



Bu anlayışın sonucu olarak, en sert karşılaşmalardan sonra bile centilmence ve mütevazı açıklamalar izledik. Ülkeleri için daha hırslı oynayan ancak futbolun bir oyun olduğunu unutmayan insanlar gördük. Hırvat takımının inanılmaz bir darbe yemesine karşın soyunma odamıza gelmesi, bazı oyuncularımızın Almanya soyunma odasında rakibi tebrik etmesi çok anlamlıydı.



Bir de sahada yaşanan ikilemler/bütünleşmeler vardı. İsviçre’de bir Türk, Türkiye’ye gol atıyordu ama sevinemiyordu; Almanya’da bir Polonyalı da aynı hisleri yaşıyordu Polonya’ya golünü attığında. Türkiye’nin Almanya’da büyümüş ve yaşamış –kendilerini hem Türk hem Alman hisseden- oyuncuları vardı, bir de Brezilya doğumlu oyuncusu.



Üzgünüz…

Maalesef turnuvanın hemen sonrasında canımızı acıtan bir haber aldık. Centilmen duruşuyla, şovdan uzak efendi yaklaşımıyla, mütevazılığıyla nihayet örnek bir yönetici ve insan modeli vardı karşımızda. Umarım onun, hem bu duruşu hem de kaybından sonra sarfedilen sözler, futbol camiasındaki birçok yöneticiye örnek olur.
 

Türkiye’nin ilk webmaster forum sitesi iyinet.com'da forum üyeleri tarafından yapılan tüm paylaşımlardan; Türk Ceza Kanunu’nun 20. Maddesinin, 5651 Sayılı Kanununun 4. maddesinin 2. fıkrasına göre, paylaşım yapan üyeler sorumludur.

Backlink ve Tanıtım Yazısı için iletişime geçmek için Skype Adresimiz: .cid.1580508955483fe5

Üst