Ne yakışır şu iki kelime birbirine. Ağıt yakmak Nadir bulunur Türkçede böylesi. Birbirine karıştıkça bu iki kelime, beraber kullandıkça, ağıtın da yanmanın da ayrı derinlikleri anlamları olur sanki. Bir ağıt içini yakınca ağıt olur. Sen ağıtla yandıkça duyulur sesin. Yanacaksın ki ağıtın olsun ve ağıtınla yeniden yeniden yanacaksın.
Mum gibi
Acıyı ağıtla yakıp, dindireceksin yana yana ateşini. Mumla beraber bitince ağıtın
dinginleşeceksin bırakacaksın ateşin küllenecek.
Küllenecek ki tutunabilesin hayata O yüzden yanmalı. Ağıtı yakmalı. Yakabilmeli.
Bir acının ağıtı yakılamazsa, o enerji, o travma büyür de büyür içinde.
Hele bir toplum, ağıtını yakamamışsa acısının, bastırılanlar öyle büyür, öyle çığırından çıkar ki Sonunda ne ağıtın anlamı kalır ne de yakacak insan anlar yandığını.
Benim derdim hiçbir kesimin milliyetçiliği değil.
Nasıl hani insan kaybolanına daha çok üzülür mezarı belli olan ölüsünden, benimki de öylesi işte.
Ağıtı yakılmamış kayıp acılardan bahsediyorum ben.
Vanda bir Tamar hikâyesi vardır hani, sevgilisine yol gösteren ateş sönünce, ardından yanan Tamar. Ah Tamar! Hikâyenin ardından onlarca ağıt bestelendi bu acıya.
Bir sürü Ah Tamar! ağıtı var. Peki, Tamar gerçek olsaydı zamanında hangi ağıtı yakardı?
Tamarın hikâyesi var da Tamarın zamanından kalan bir ağıt yok ortada.
Toplumsal travma öyle bir hale geldi ki, ağıt yakamamış olmak, evlada sevgiliye dosta yakılan ağıtları unutturdu.
Senelerdir durmadan yanıyoruz, yakılıyoruz, alevler kontrolden çıkıp başka şeyleri de yakıp yok ediyor. Eski ağıtlar gibi, hikâyeler, kültür gibi
Toplumsal belleklerimizde bize dair ancak durmadan yanan bir ateş kalıyor.
Yazar : Jbid Erdoğan
Sıfır Hata